Hükümdarlığının onbir yılını at üstünde geçiren, sarayda değil, seferde gözlerini hayata yuman cihan padişahının bir Hanım Sultan'la ilişkilerini öne çıkarmanın ızdırabını duymamak mümkün değil.
Ama neylersin ki ülkemizde bunlar cereyan ediyor. Can Alpgüvenç de Kaynak Yayınları'ndan neşredilen "Hürrem ve Mihrimah" Hanım Sultanlara dair eseriyle aynı konuya temas etmiş. Tarih adına eli öpülecek atalarımıza yapılan iftiraları göğüslemeye idraki ve vicdanı onu zorlamış.
Azıcık tarih nosyonu oluşan, ilk bakışta geçmişimizin tepetaklak edilmeye çalışıldığını kavrar. Devellioğlu'nun lugatinde cariyenin karşılığında şu açıklama yer almaktadır: "Para ile satın alınan halayık, hizmetçi kız. Harpte esir düşmüş veya odalık olarak alınmış kız." İslam Ansiklopedisi'nde ise cariye şöyle izah edilmektedir: "Kadın köle anlamında bir fıkıh terimi."
Fakat Kanuni Budin'de iken, ona yazdığı mektupta Hürrem Sultan'ın "Cariyeniz" diye imza attığını Alpgüvenç'in eserinde okuyoruz. Demek ki lugatin ve ansiklopedinin verdiği anlamlar "cariye"yi yeterince ifade etmiyor; çünkü Hürrem Sultan bu mektubu yazdığında Kanuni'nin eşidir. İyi bir tarihçi, kelimelerin canlı organizmalar gibi olduğunu, zaman zaman farklı anlamlar kazandığını bilmelidir.
Alpgüvenç, Prof. Sıtkı Baykal'ın "Tarih Boyunca Türk Polonya İlişkileri" başlıklı konferansından şu cümleleri alıntılamış: "Kanuni döneminin ikinci yarısında Leh elçilerinin hemen her yıl İstanbul'a geldikleri görülmektedir. Kanuni'nin Polonya'ya karşı izlediği politikada Hürrem Sultan'ın payı olduğu şüphesizdir." Bu cümlelerin bir bilim adamının ağzından çıkması şaşırtıcıdır. O dönemlerde hızla nüfusları artan Germenler ve Ruslar, kablarına sığmaz bir durum alıyorlardı. Hatta Yavuz Selim'in Kırım Hanı'na "Rusların üzerine seferi eksik etmeyin; zira çok ürüyorlar" dediği rivayet edilmektedir. Rusya ve Almanya tarafından ezilen Polonya'ya sahip çıkmakla Osmanlı, Batı'da sağlam bir dost edinmek istemektedir. Polonya bölüşülüp ortadan kaldırıldıktan sonra bile, Osmanlı bunu yüzyıllarca tanımamış, bayram selamlıklarında Polonya elçisinin nerede olduğu sorulmuş, yine aynı şekilde "Yolda" cevabı verilmişti. Böyle önemli bir olayı padişahın eşiyle izah etmenin ilmilikle ne derece bağdaşacağı açıktır.
Ayrıca Hürrem Sultan'ın soyu kesin olarak bilinmemektedir. Tarihçilerimizin kimisi Leh, yani Polonyalı, kimisi Rus, kimisi Ukraynalı olduğunu yazar; elbette ki Türk olmadığı kesindir. Bu konuda aydınlarımızı, tarihçilerimizi anlamak mümkün değildir. Türk'e vurgu yapanı ırkçılıkla suçlarlar; ırkçılığın ilkellik olduğunu dillerinden düşürmezler. Ama Osmanlı söz konusu olunca, eşlerinin milliyetlerini öne çıkarırlar. Bu cahiller şunu bilmiyorlar ki Osmanlı hanedanının tanınmış bir Türk ailesinin kızıyla evlenmeleri mümkün değildi; devlet sırlarının korunması, saray çevresinde mütegallibe bir zümrenin doğmaması için bunu elzem görüyorlardı. Uzun bir dönem haremde eğitilenlerle evlenmek zorunda kaldılar; Hürrem de bunlardan biriydi. İslami ölçüye sahip olan Osmanlı insanı kaderinden dolayı değil, tercihlerinden dolayı değerlendirirdi. Kimsenin milliyetini seçmekte hür olmadığının Can Alpgüvenç de altını çiziyor.
Rüstem Paşa, Şehzade Mustafa'nın saltanatı ele geçirmek amacıyla faaliyette bulunduğunun belgelerini önüne koyduğu halde Kanuni inanmak istememiştir. Her ihtimale karşı oğluna "Deden babasını tahttan indirdi; sen de beni indirirsen, bu yol haline gelir. Bunca insanın canı, kanı, teri pahasına günışığına çıkan Devlet-i Aliye'ye yazık olur." şeklinde nasihat ettiği de bilinmektedir. Ne çare ki Mustafa, kafasına koyduğundan geri durmamıştır. Bazı tarihçiler ise "Hürrem-Mihrimah-Rüstem" üçlüsünün, İran'la işbirliği yaptığı komplosuna kurban gitmiştir, demektedirler. Alpgüvenç, haklı olarak sormaktadır: "Mihrimah Sultan böyle bir komplo içinde bulunduğunda 'Sultan babam öğrenirse, halim nice olur ' diye düşünmez mi?" Tabii aynı soruyu Hürrem Sultan için de sormak gerekir. Alpgüvenç, devlet mi evlat sevgisi mi ikilemi arasında kalan Kanuni'nin, devleti tercih etmekle doğru olanı yaptığını belirtmektedir.
Kanuni döneminde hayvanları da kanunların korunduğu bilinmektedir. Hatta 'Ağaçlara zarar veren karıncaların öldürülmesi günah mıdır?' diye Şeyhülislam Efendi'ye sorduğu, onun da şu beyitle cevap verdiği ünlüdür: "Yarın Hakk'ın divanına varınca / Süleyman'dan hakkın alır karınca." O yüce bir kanun, nizam padişahı olmasaydı, İslamiyet'i bayrak yapmış bir Türk sultanının büstü on büyük kanun adamından biri olarak Washington Kongre Galerisi'ne konulur muydu?
Mehmed Niyazi / Zaman
Ama neylersin ki ülkemizde bunlar cereyan ediyor. Can Alpgüvenç de Kaynak Yayınları'ndan neşredilen "Hürrem ve Mihrimah" Hanım Sultanlara dair eseriyle aynı konuya temas etmiş. Tarih adına eli öpülecek atalarımıza yapılan iftiraları göğüslemeye idraki ve vicdanı onu zorlamış.
Azıcık tarih nosyonu oluşan, ilk bakışta geçmişimizin tepetaklak edilmeye çalışıldığını kavrar. Devellioğlu'nun lugatinde cariyenin karşılığında şu açıklama yer almaktadır: "Para ile satın alınan halayık, hizmetçi kız. Harpte esir düşmüş veya odalık olarak alınmış kız." İslam Ansiklopedisi'nde ise cariye şöyle izah edilmektedir: "Kadın köle anlamında bir fıkıh terimi."
Fakat Kanuni Budin'de iken, ona yazdığı mektupta Hürrem Sultan'ın "Cariyeniz" diye imza attığını Alpgüvenç'in eserinde okuyoruz. Demek ki lugatin ve ansiklopedinin verdiği anlamlar "cariye"yi yeterince ifade etmiyor; çünkü Hürrem Sultan bu mektubu yazdığında Kanuni'nin eşidir. İyi bir tarihçi, kelimelerin canlı organizmalar gibi olduğunu, zaman zaman farklı anlamlar kazandığını bilmelidir.
Alpgüvenç, Prof. Sıtkı Baykal'ın "Tarih Boyunca Türk Polonya İlişkileri" başlıklı konferansından şu cümleleri alıntılamış: "Kanuni döneminin ikinci yarısında Leh elçilerinin hemen her yıl İstanbul'a geldikleri görülmektedir. Kanuni'nin Polonya'ya karşı izlediği politikada Hürrem Sultan'ın payı olduğu şüphesizdir." Bu cümlelerin bir bilim adamının ağzından çıkması şaşırtıcıdır. O dönemlerde hızla nüfusları artan Germenler ve Ruslar, kablarına sığmaz bir durum alıyorlardı. Hatta Yavuz Selim'in Kırım Hanı'na "Rusların üzerine seferi eksik etmeyin; zira çok ürüyorlar" dediği rivayet edilmektedir. Rusya ve Almanya tarafından ezilen Polonya'ya sahip çıkmakla Osmanlı, Batı'da sağlam bir dost edinmek istemektedir. Polonya bölüşülüp ortadan kaldırıldıktan sonra bile, Osmanlı bunu yüzyıllarca tanımamış, bayram selamlıklarında Polonya elçisinin nerede olduğu sorulmuş, yine aynı şekilde "Yolda" cevabı verilmişti. Böyle önemli bir olayı padişahın eşiyle izah etmenin ilmilikle ne derece bağdaşacağı açıktır.
Ayrıca Hürrem Sultan'ın soyu kesin olarak bilinmemektedir. Tarihçilerimizin kimisi Leh, yani Polonyalı, kimisi Rus, kimisi Ukraynalı olduğunu yazar; elbette ki Türk olmadığı kesindir. Bu konuda aydınlarımızı, tarihçilerimizi anlamak mümkün değildir. Türk'e vurgu yapanı ırkçılıkla suçlarlar; ırkçılığın ilkellik olduğunu dillerinden düşürmezler. Ama Osmanlı söz konusu olunca, eşlerinin milliyetlerini öne çıkarırlar. Bu cahiller şunu bilmiyorlar ki Osmanlı hanedanının tanınmış bir Türk ailesinin kızıyla evlenmeleri mümkün değildi; devlet sırlarının korunması, saray çevresinde mütegallibe bir zümrenin doğmaması için bunu elzem görüyorlardı. Uzun bir dönem haremde eğitilenlerle evlenmek zorunda kaldılar; Hürrem de bunlardan biriydi. İslami ölçüye sahip olan Osmanlı insanı kaderinden dolayı değil, tercihlerinden dolayı değerlendirirdi. Kimsenin milliyetini seçmekte hür olmadığının Can Alpgüvenç de altını çiziyor.
Rüstem Paşa, Şehzade Mustafa'nın saltanatı ele geçirmek amacıyla faaliyette bulunduğunun belgelerini önüne koyduğu halde Kanuni inanmak istememiştir. Her ihtimale karşı oğluna "Deden babasını tahttan indirdi; sen de beni indirirsen, bu yol haline gelir. Bunca insanın canı, kanı, teri pahasına günışığına çıkan Devlet-i Aliye'ye yazık olur." şeklinde nasihat ettiği de bilinmektedir. Ne çare ki Mustafa, kafasına koyduğundan geri durmamıştır. Bazı tarihçiler ise "Hürrem-Mihrimah-Rüstem" üçlüsünün, İran'la işbirliği yaptığı komplosuna kurban gitmiştir, demektedirler. Alpgüvenç, haklı olarak sormaktadır: "Mihrimah Sultan böyle bir komplo içinde bulunduğunda 'Sultan babam öğrenirse, halim nice olur ' diye düşünmez mi?" Tabii aynı soruyu Hürrem Sultan için de sormak gerekir. Alpgüvenç, devlet mi evlat sevgisi mi ikilemi arasında kalan Kanuni'nin, devleti tercih etmekle doğru olanı yaptığını belirtmektedir.
Kanuni döneminde hayvanları da kanunların korunduğu bilinmektedir. Hatta 'Ağaçlara zarar veren karıncaların öldürülmesi günah mıdır?' diye Şeyhülislam Efendi'ye sorduğu, onun da şu beyitle cevap verdiği ünlüdür: "Yarın Hakk'ın divanına varınca / Süleyman'dan hakkın alır karınca." O yüce bir kanun, nizam padişahı olmasaydı, İslamiyet'i bayrak yapmış bir Türk sultanının büstü on büyük kanun adamından biri olarak Washington Kongre Galerisi'ne konulur muydu?
Mehmed Niyazi / Zaman
0 yorum:
Yorum Gönder