What a Great Game, You Should try

22 Ekim 2011 Cumartesi

OSMANLI ARAPLARININ MÜTHİŞ SAVAŞ SIRLARI ROBERT FİSK


Osmanlı Araplarının müthiş savaş sırları / Robert Fisk-İndenpendent

Meçhul askerler. Hepimiz Gelibolu’yu biliriz: Churchill’in 1. Dünya Savaşı’nı Fransa’daki siperlere yapışmış halinden kurtarıp Almanların Osmanlı müttefiklerini hızla işgal etmek için tasarladığı bir kepazelik. Avustralyalılar, Yeni Zelandalılar, Britanyalılar, Fransızlar ve daha başkalarından devasa bir ordu kur, yolla İstanbul’un doğusuna Türkleri ezip geçsin! Problem: Türkler insafsızca direndiler; işgalcilerin ilk dalgasını Mustafa Kemal’in (sonra Atatürk oldu, 20. Yüzyılın devi, vb) 19. Birliği karşıladı. İkinci problem: O bölüğün çoğunluğu Türk falan değildi.
Araptılar. Gerçekten, Anzak güçlerini geri püskürten ilk askerlerin üçte ikisi bugün Lübnan, Ürdün, Suriye ve “Filistin” diye bildiğimiz topraklardan gelme Suriye Araplarıydı. Dardanelleri savunurken ölen 87.000 “Türk” askerinin çoğu da Araptı. Filistinli Profesör Salim Tamari diyor ki, Süveyş, Gazze ve Kut al Amara’da savaşan Osmanlı askerleri için de aynı durum geçerliydi. Dördüncü Osmanlı ordusunun bir eri (bugün yaşasa ona Filistinli Arap denirdi) olan İhsan Turjman’ın yeni keşfedilen günlüğüne göre “bu savaştaki şehitlerimizin anısına selam durmaya ve yaralıları ziyarete” giden Arap temsilcileri bekleyen muamele aşağılamadan başka bir şey değildi.
Herkesten sakladığı günlüğünde sormuş: Bu Araplar neyin peşindeler? “Arap ve Türk milletleri arasındaki ilişkiyi güçlendirmeye mi çalışıyorlar... Doğrusunu söylemek gerekirse, Filistinli ve Suriyeliler hem korkaktır hem itaatkar. Bu kadar gurursuz olmasalardı şu barbar Türklere karşı ayaklanırlardı” diye yazmış. Günlükteki malzeme nefes kesici.
Lawrence’ın başlattığı isyana katılanlardan çok daha fazla sayıda Arap, Osmanlıların yanında müttefiklere karşı savaştı ama burada Er Turjman kendi efendilerine olan öfkesini dile getiriyor.
Year of the Locust (Çekirgenin Yılı) tuhaf, minik bir kitap; son derece kısa ama karanlığı büyüleyici. Kitap, üç Osmanlı askerinin günlüklerine dayanıyor. Biri hakikaten de Türk; diğer ikisi de Filistinli Araplar. Birinci Dünya Savaşı’nı Birtanyalı veya Alman askerlerin açılarından duymaya alışmışız; Osmanlı rakiplerimizin kişisel dünyasına dair bir kaynağımız olmamış. Turjman ailesinin Kudüs’teki evi, bu nasıl bir tesadüftür ki, 1967’deki Arap-İsrail savaşından beri harabe halinde olup yakın zamanda sanat galerisine dönüştürülmüş bir bina. Üç hafta önce bugün oradaydım.
1917 yılında, Turjman bir Osmanlı subayı tarafından öldürülmüşken, Balfour Deklarasyonu Filistinli Arapların pek derdi değildi. Daha çok Britanya’nın onlara bağımsızlıklarını mı vereceği, Mısır’a mı eklemleyeceği yoksa Suriye’de bir varan mı bahşedeceğini merak ediyorlardı. Ancak bu kadar yanılabilir insan. Britanya’nın zaten Filistin’de Yahudi vatanına destek vermişken Mısır’daki yatırımını büyütmeye niyeti hiç yoktu. Sonrasında Tamari diğer iki günlük yazarının (Türk ile diğer Arap) hayatları geleceklerini tehdit eden şeyin Yahudi göçü olduğuna inanan Filistinliler etrafında geçtiğini okuyacaktır ama anılarının merkezinde gene 1. Dünya Savaşı vardır.
Savaş sonrası Arap dünyasında (ve batıda da) yaygınlaşan Osmanlı karşıtı edebiyat dahilinde, bu Osmanlıları da hatırlamakta fayda var, ister Türk olsunlar, ister Arap. Burada bir Robert Graves tadı seziyorum. Turjman’ın günlüğü Kudüs’ü işgal eden çekirge sürüsünü, kolera ile tifüsü, Türk subayları eğlensin diye tahsis edilen Filistinli 50 fahişeyi, firar ettikleri için Yafa kapısında asılan Osmanlı askerlerini, yere çakılan Türk uçağını (ya pilot kötü eğitilmiş ya da motora kötü bakmışlar), hepsini kaydetmiş. Turjman evli bir kadına aşık bile olmuş.
Rusya’da, Krasnoyarsk’daki Tsarist esir kampının Türk ve Araplardan oluşan Osmanlı mahkumları çoktan unutuldular. Diğer günlükçü, 1892 Küdüs doğumlu teğmen Aref Shehadeh buraya düşenlerdendi. İslam mahkumları birleştirirken sınıf farkı ayrıştırıyordu. Gene de burada konserler veriliyordu, spor kulüpleri ve futbol takımları vardı, kampın bir kütüphanesi de mevcuttu. İkinci Dünya Savaşı’ndaki Polonya kamplarının birinci savaştaki versiyonu. Bolşevik devrimi sonrasında Shehadeh ardına bakmadan Ortadoğuya kaçtı; bu arada yolu Mançurya, Japonya , Çin, Hindistan, Mısır ve Kızıldeniz’den geçti.
Ama bu küçük kitaptaki en etkileyici metin bir günlük sayfası değil de, Shehadeh’in Kudüs’teki karısı Sema’dan 30 yıl sonra Gazze’ye bir Britanya manda subayı olarak giderken aldığı bir mektup. “Bu sabah erken kalktım” diye yazmış Sema; “Bir süre bahçede gezindim. Çiçek ve yaprak topladım. Kendime pişiririm diye biraz bezelye topladım. Etrafta dolanırken aklımda hep sen vardın. Bu bahçeyi güzel kılan şey senin varlığın.Sensiz hiçbir şeyin tadı yok. Allah beni senin varlığından mahrum etmesin çünkü hayatımı (hayatımızı) güzel kılan sensin. Son ayrılışımızda biraz üşütmüştün, fark ettim. Bana sağlığından haber ver. Hayatının ortağı, seni bütün kalbiyle seven Sema.”
İşte ben eşten alınacak aşk mektubu diye buna derim.



0 yorum:

Yorum Gönder